Kitaplar

PERİLİ KONAK

Adaletin olmadığı her yer karanlık; umudun yaşatılamadığı her yer cehennemdir.

Ankara treninde işlenen bir cinayette, maktulün elinde Markiz Şov’un  ünlü sunucusu Faris Sururi’ye ait bir kart bulunur.  Cinayet büro ekibi olayı araştırmak için televizyon stüdyosuna gider. Halkanın zincirleri birleştikçe yirmi yıl öncesine ait bir sırrın kapıları aralanmaya başlar. İzler, Kemal Amir ve ekibini Ankara Kalesi’ndeki eski bir konağa götürür.  Hâfir geri dönmüştür! Perili Konak, günümüz dünyasının sığ yanlarını dengeli bir açıklıkla okuyucunun önüne sererken; ülke gündeminde etki yaratan kimi konuları da incelikli bir bakış açısıyla sorguluyor, güçlü olay örgüsüyle “adil olabilme” ve “adalet” kavramlarına vurgu yapıyor. Yazar, kendine özgü kurgu tarzı ve akıcı diliyle okuyucuya yine  sürükleyici bir hikâye sunuyor.


TEDVİAN

Hayatımızdan çalınanlar, ancak fark ettiğimiz kadar!

“Hiç açığa çıkmamış, hiç bilinmemiş bir gerçek var olmuş sayılır mıydı? Ya da her gerçeğin bir gün ortaya çıkacağı kendine ait bir zamanı mı vardı? Bilmezden, görmezden gelmenin sonu nereye varırdı? Tedvian diye fısıldadım. Kiminin savurup attığı, kiminin kilitler ardına sakladığı belki de hep aynı sırdı.”

Evkaf-ı İslâmiye Müzesi’nde işlenen bir cinayet, Mezopotamya’ya uzanan bir sırrı ortaya çıkarır. Bu esrarengiz cinayeti araştıran cinayet büro ekibi; ihanet edenleri cezalandırmak için Mezopotamya topraklarında kullanılan kızıl sıvı zehrinin izini sürerek, İslam âlimi El Cezerî’nin yaptığı ve Cizre Ulu Camii kapısının üzerinde yer alan ejderli kapı tokmaklarına ulaşır. İyiliğin ve kötülüğün sembolü olan 13. yüzyıla ait bu bronz tokmaklardan biri; 1969 yılında cami kapısından sökülerek yurtdışına kaçırılmıştır ve bugün Danimarka’da özel bir müzede sergilenmektedir. İstanbul’daki diğer kapı tokmağı ise Tedvian formülleri sayesinde korunmuştur. Tedvian sürükleyici kurgusunun yanı sıra; okurlarına Türkiye topraklarına ait bu eserle ilgili çarpıcı bir gerçeklik de sunuyor.


DÖRT DUVAR EFLATUN

Yeniden doğ kader, yeniden doğur hayatı. Bunun adı; Eflatun talihi!

“Dört Duvar Eflatun”, günümüz dünyasında insana, hayvana, doğaya saygı duymayanlar arasında yaşama zorunluluğuna karşı hissedilen çaresizlik ve tahammülsüzlüğe karşın; hayatlarını bunun uzağında yaşamak isteyen insanların başka bir yaşama sığınma ihtiyacını fantastik bir kurguyla ele alan bir roman. Sitare, ailesine ait bir kasadan çıkan mektubun izini sürerek, Eflatun adında bir yeraltı köyüne ulaşır. Eski bir maden olan Eflatun’da yaşayan insanlar, kendine ait sırrı bulması için her seferinde Sitare’ye bir işaret bırakırlar. Zamanın bilinmediği, saatlerin kullanılmadığı, gizli kapıların ardındaki bu penceresiz sığınağın içinde, Sitare kendi izlerini takip eder. Asaf Zoher, Züleyha, Ragıp Efendi, Bedâhşan, Tahir ve Eflatun’un yeraltındaki yaşamlarının içinde, Sitare de kendi geçmişinin boşluğunu dolduracak hatıralara ulaşır.


AZİZ ARİF

“Yeter bu kadar kendine yabancı durduğun. İçinde çürüyen ne varsa at gitsin. Ezberlediğin tüm yenilgilerden sıyrıl. Kırılan ne kadar umudun varsa, yeniden tut bir ucundan. Kırık dökük olmadan önceki halini yeniden bul. Hatırla kendini. Ama unut sana öğretilen her şeyi. Seni boğan herkesi…Yeniden başla. Yeni bir anın içinde, yeniden doğ. Yeniden renklen, yeniden canlan, yeniden kendine bak. İçindeki boşluk başkasının değil, senin yokluğun. Sen sadece kendine hasretsin.Hadi kalk ayağa !!!

AZİZ ARİF; genç bir kadının arınma ve kendini yeniden bulma yolculuğu… Karaköy’deki Aziz Arif Pansiyonu’na yerleşen Lavin, burada kendi geçmişiyle hesaplaşıp, yeni bir hayata başlamaya hazırlanırken; yan odasında kalan sessiz bir adam ilgisini çekmeye başlar. Zamanla sekiz numaralı odaya girip, sessiz adamın dünyasının kapısını aralamak için dayanılmaz bir istek duyar. Ve Aziz Arif ‘le karşılaşır. Lavin’in hafızası tersine döner. Karanlık bir sırrın içinde cesareti sınar. Çünkü Aziz Arif Pansiyonu pek de masum bir yer değildir.


RAŞHEL’İN SON DANSI

“Kimsenin bilmediği sığınaklarda nefes almak, kimsenin dokunamadığı bir suda arınmak, kimsenin girmeye cesaret edemediği dehlizlerde yürümek, ışıktan uzaklaştığını unutturur insana. Karanlığın kumarıdır bu!”

İnsan zihninin derinliklerine ses ve dansla eşsiz bir yolculuk sunan “Raşhel’in Son Dansı”; rahem dansını bilen bir balerin ve ses frekanslarıyla insanların algısını değiştirip, sinirlerini felç edebilen besteci Beyrut Farris’in hikâyesi… Rahem; Ortadoğu’da gizli topluluklarca bilinen bir nefes tekniğidir. Bu tekniği bilen insanların havada dans edebildiği rivayet edilir. Buna rahem dansı denir. Ancak sonu ölümle sonuçlanabilecek kadar tehlikeli olduğundan, rahem dansı hiçbir yerde gerçek anlamda yapılmamaktadır.


ÇALINTI KALP

“Bu hayatta her şey birbirinin içine geçmiş. Ve günden güne başka bir şeye dönüşüyor. İnsan bile farklı bir ruha bürünüyor. Hem de hiç farkında olmadan, yolunu saptırmadan ve hatta olduğu yerde hiç kıpırdamadan bir başka kaderi yaşamaya başlayabiliyor. Kendinden taviz vermeye yeltenmeyenler bile bir gün; hiç ummadıkları bir anda, bir başka kaderin içine su gibi akıp, o kaderin dalgalarına teslim edebiliyor kendini. Peki, insanın limanı kalbi değilse neresi olabilir ki?

Sen gittiğinden beri senin kalbinle neler yaşadığımın hikâyesinden bahsediyorum hiç durmadan. Biraz daha yaşa diye… Ne de olsa bu kalp ikimizin!”

Çalıntı Kalp, günlük hayatın içinde kalbimizi ne kadar yıprattığımız, yorduğumuz ve tükettiğimiz üzerine, polisiye anlatımla kurgulanmış bir hesaplaşma romanı. Kalp nakli geçiren genç bir kadın olan Leyla Zarif, Üsküdar’daki bir caminin bahçesindeki eski mezarlardan birini kazarak kalbini arar. Dedektif Çetin bu olayı çözmek için eski bir dosyayı yeniden açmaya karar verir. Ve olaylar onu bir yıl öncesine, Süreyya Operası’ndaki bir geceye götürür. Operada sahnelenen Abdülaziz’in Valsieserinde Londra’dan kaçırılan tarihi bir el yazması kullanılmaktadır. Suriye ve Irak’tan, Londra ve New York’a kaçırılan eserleri; müzelerden ve koleksiyonerlerden çalarak yeniden doğu topraklarına getirmek için uğraşan tarihi eser kaçakçısı bir imam, o gece operanın kulisinde ciltli bir defterle her şeyi açığa çıkaracakken silahlar patlar. Böylece Leyla Zarif’in, Dedektif Çetin’in, polis memuru Nejat’ın, cemiyet hayatının ünlü isimlerinden Roza Perityan’ın, Beyrutlu kalp cerrahı Rauf Hamedi’nin, İmam Şizam’ın ve Rasim’in hayatları tuhaf bir zamanın içinde birbiriyle kesişir.


ZAMAN MÜHÜRCÜSÜ

“Deseler ki üst üste koyup biriktirdiğin ne varsa unutacaksın. Nasıl biri olacağını sen seçeceksin. Her yürümek istediğinde ayak bileğine dolanan ve her adım attığında boynuna kadar çıkıp seni boğan o ipi kesip atsan, nereye kadar gidersin? Koskoca evrenin içinde sığmadığın ne varsa yerle bir olsa, nereye ait olursun? Hangi acıyı söküp atalım ve yerine hangi mutluluğu koyalım? diye sorsalar mesela… Bu bilmediğim hayalde, hayata ne verir, ondan ne alırdım diye düşünüyorum bazen.”

Zaman Mühürcüsü, kan bağı olmayan insanlardan oluşan bir ailenin bir araya geliş yolculuğu… Bir sırrın içinde mühürlenen bir zamanın hikâyesi! Osmanlı Mevlevi Saatçileri’nden Ahmet Eflâki Dede’nin dokuz numaralı saatinin büyüsüne kapılarak saat tasarlamaya başlayan genç bir adamın yaptığı saatin içinde saklanan bir sırrın açığa çıkmasıyla başlayan romanda, yetimhanede büyümüş genç bir fotoğrafçının gözünden de hayat kareleri sunuluyor. Büyükada’daki bir konak ve Üsküp’teki Kurşunlu Han arasında geçen hikâye, Yugoslavya’nın henüz dağılmadığı 1960’lı yıllardan bugünün Makedonya’sına uzanan geçişlerden izler taşıyor.


LAVANTA KOKUSU

“Kader farklı zamanlarda, farklı insanlara, yarım kalmış aynı yaşamı sunabilir miydi?
Bazen sadece bir kutunun içinde gizleniyordu hayat.”

Yazarın ilk kitabı olan Lavanta Kokusu; 1800’lü yılların sonunda tiyatrolarda sahne alan ünlü sihirbaz Basco ve Lucia Di Lammermoor Operası’nın yıldız sopranosu Eleni’nin yarım kalan hikâyesinin, dört farklı kuşağın kaderinde tamamlanışını konu alıyor. Tebrizli bir aileden gelen Laneh ve Fransız yazar Marcel’in yollarının kesişmesiyle başlayan hikâye, gelgitlerle dolu bir aşkın ortasında geçmişin sayfalarını aralamayı başarıyor. Antalya’dan Tebriz’e uzanan hikâye, insanın korkularının ve cesaretsizliklerinin geçmiş ve gelecek arasında yaşanan gelgitler olduğu algısını kırarak; ruhlarımızı yoran asıl gelgitin “yaşanan” ve “yaşansa nasıl olurdu” diye sorgulanan iki geçmiş arasında yaşandığından yola çıkıyor.

“Lavanta Kokusu”, Fars edebiyatının ünlü şair ve yazarlarının uyuduğu Şairler Mezarlığından, insanı bambaşka bir zamana sürükleyen nakş sanatına, bir tiyatro sahnesinden, iki bin yıllık büyüleyici Aspendos Antik Tiyatrosu’na, Hadrianus Kapısı’ndan Antalya Kaleiçi’nin arnavut kaldırımlı sokaklarına uzanan sürükleyici bir hikâye ve lavantaların arasına saklamış bir aşk sunuyor okurlarına.